Edebiyatın merkezine koyduğum bir adam için; neredeyse dünyanın, kesinlikle Türkiye’nin merkezi olan bir şehre seyahatten bahsediyorum.
Can Yayınları ile İstanbul Bilgi Üniversitesi işbirliğiyle, Şilili Yazar Luis Sepulveda’nın ilk dersini 30 Nisan 2011’de vermiş olduğu ‘Latin Amerika’nın Kesik Damarları/Latin Amerika Edebiyatı Seminerleri’ idi konumuz.
7 Mayıs 2011’de Bilgi üniversitesi’nin Seminer konuğu Murat Belge, konu ise Gabriel Garcia Marquez, yakın arkadaşlarının deyimiyle GABO idi.
Yine ‘Dünyamız gaz ve toz bulutuydu’ kısmından başlamam gerekecek anlatmaya. Tabiri caizse kırk yıllık arkadaşım İpek’in bana bir telefonuyla başladı her şey. İnsan kırkına böyle ramak kala, ama XX kromozomlarından dolayı gösterge otuz beşte takılı kalmışken ‘kırk yıllık’ tanımını daha bir rahat kullanıyor sanırım.
– Eğer sevdiğin sana telefonda topla eşyalarını gidiyoruz dese hiç soru sormadan gider misin?
– Giderim elbet!
– Topla o zaman cumartesi günü İstanbul’da olacaksın benle beraber!
– Yaşasın!
– Saat 12’de Avrupa yakasında olacağız!
Nereye ve neden gideceğimizle ilgili bu kadar bilgi verdikten sonra planlarımızı yaptık, çocuklarımızı babalara emanet ettik ve buluştuk. Üniversite kampüsüne gidinceye kadar da bana hiçbir açıklamada bulunmadı.
Bulunmasına da gerek yoktu! Deseydi ki İstanbul yerine başka bir şehre gel, Tabzon’a gel, Mardin’e gel, Denizli’ye gel; orda olmak için elimden geleni yapardım.
Kampüs içinde gezerken “Latin Amerika’nın Kesik Damarları Semineri”nin duyurusunu görünce neden burda olduğumuzu anlamıştım zaten.
Marquez’in ilk okuduğum kitabı olan ‘Yüzyıllık Yalnızlık’la başlayan maceram, bu yazarın ‘Kolera Günlerindeki Aşk’ının hayatımda büyük yer etmesiyle devam etti. Sonra tanıdığım ve üzerine yazılar yazdığım muhteşem bir kadınla tanıştım: İsabel Allende.
Bu, kendi deyimleriyle dünyanın en sonundaki kıtayla ilgili hikayeleri okurken büyülü gerçeklikle değil, gerçeğin büyüsüyle şaşkınlaşarak ardı ardına bu iki yazarın tüm kitaplarını okudum. Bizden o kadar uzakta olmasına rağmen bize çok benzer bir kaderi paylaşan, farklı dil ve dinden de olsa aynı yasaklamalar, kısıtlamalar, batıl inançlar, kandırmacalar, ezilmecelerle yüzyıllardır yalnız bırakılmış bu toplumların hikayesinde ne tanıdıktı bana acaba?
Derken, Murat Belge başladı anlatmaya. Romandaki gerçekçilikten dem vurdu. İlk olarak senin, benim ya da sokaktaki herhangi bir adamın ismi olabilecek bir isim olan Robinson Crusoe’nun romanının yazıldığını ve o devirde Daniel Defoe’nun bunu olmuş bir olayın belgelerine dayanarak yazdığını iddia ettiğini anlattı. Öyle ki insanlar gerçekten olmuş olayların kelimelerle adeta resmedildiği bu yeni sanat dalına sırf gerçekliği yüzünden ilgi göstereceklerdi.
Bunun gibi gerçek hayatla ve gerçek kişilerle ilgili o kadar çok kitap yazılır olmuş ki artık insanların başka şeyler düşünmesinin zamanı gelince düşüncebilimcilerin çıkıp ortalığı nasıl kasıp kavurduğunu anlattı Belge. Kimlerden bahsetmedi ki? Freud’dan, Descartes’tan, Marx’tan, Dostoyevski’den, J.D. Salinger’dan, Cervantes’ten, Balzac’tan ve daha bir sürü isimden bahsetti.
Dünya edebiyatı iki saatte gözümüzün önünde hızlı kareler şeklinde aktı gitti. Marquez’e yanı asıl orda bulunma sebebimize gelince, kendisinin “Yüzyıllık Yalnızlık” ve “Başkan Babamızın Sonbaharı” isimli kitaplarını okuduğunu söyledi. ‘Nasıl yani?’ demişim içimden. Sadece iki kitabını okumuş biri mi bana Marquez’i anlatacak?
‘Diğer romancılık akımlarında bir kişinin uçarak aya yerleştiği anlatıldığında o kişiyle ilgili bir benzetme yapılmıştır diye gelir aklımıza ama Marquez bunu söylüyorsa o kişi gerçekten aya gidip yerleşmiştir’ diye devam etti Murat Belge. Oysa ki ben inanıyordum ona ve atalarının ağaca zincirlendiğini ve seneler geçse de kar yağmur ve güneşte o ağacın altında yaşadığına.
Bundan bir kaç hafta önce bir yolculukta babam anlatmıştı dişi köpeğime isim ararken, ‘Baba hiç dişi köpeğiniz oldu mu sizin?’ diye sorduğumda. Annesiyle uzak bir akrabaların evine ziyarete gittiklerinde, evin önündeki sedire yatak serdirip yatmakta olan kadının yatağının yakınına bağladıkları köpekleri Gümüş, onlar görmeden kadının yün yatağının köşesini tırnaklarıyla parçaladığı zaman annesinin ‘Oğlum köpekleri elin yatağını parçaladı derler ayıp olur’ dedikten sonra hemen yazmasını çıkarıp yatağa nasıl yama yaptığını anlatmıştı.
Onlar ağacın dibine bağlı yaşayınca büyülü, bizde köpeğin parçaladığı yatak yazma ile yamandığında büyüsüz müydü?
Yüzyıllık Yalnızlık’da on iki erkek kardeşten on ikisinin de aynı gün alınlarından vurularak öldürülmesi büyülü gerçeklik de; bizim burda beş kız kardeşle büyüyen kadının, bekarken ‘kız beşiği sallarsam elim kırılsın’ deyip de, ilk hamileliğinde ikiz kızlarından birini doğurduktan sonra ebe ikinci kızı doğurturken ‘Allah’ım birincisini verdin ikincisi niye verdin ki?’ dedikten bir kaç ay sonra ikinci kızının ölmesi büyüsüz müydü?
Yıllar önce kocasını, traktörün altında kalması sonucu kaybeden kadın, çocuklarını tek başına büyütüp hayatta varolabilme çabası verdikten sonra kocasının ölümüne sebep olduğuna inandığı adamın oğlunun da traktörün altında kalarak ölmesi de büyüsüz müydü?
Allende’nin bir hikayesinde, zenginlerin tahammülü olmadığından yoksulluğu zenginlikten ayırabilmek için yoksul mahallelere yüksek duvarlar ördürmeleri büyülü de, Ankara’da şehrin girişini güzelleştirmek adına havaalanından şehre gelen yol üzerindeki gecekondu evlerinin Kentsel Dönüşüm Projesi adı verilerek yıkılması büyüsüz müydü?
Ya Marquez, ülkedeki loto çekilişini her hafta diktatör başkanın aldığı biletin nasıl kazandığını anlatmaya kalkarsa? Bilet alan bütün insanların gözü önünde, başkanlık konutunun balkonunda, halkın arasından kura ile seçilen çocukların sırayla önlerine konan torbalardaki üzerinde rakam yazan toplardan önceden buzdolabında soğutulmuş olanı seçmeleri sonucu her hafta sadece başkanın biletine büyük ikramiye vuruyor olması büyülü de, memleketimde modmedyan yöntemiyle sıralanmış seçeneklerden doğru olanı bularak bir sürü öğrencinin hayatını değiştirebilecek yaklaşık 40 matematik sorusunun cevaplarının önceden bazı yandaş öğrencilere dağıtılmış olması büyüsüz müydü?
Ben Murat Belge’ye bunları soramadan ders bitti. Marquez hakkında duymak istediklerimizi duyamadan, ama dünyanın kapitalist kısmı kuzey yarıkürede yaşadığı için yılbaşında kar yağması gerektiğine inanan; kendi ülkelerinde yağmadığı için üzülen ve bir belediye başkanı ‘Size yeni yılda kar getireceğim’ sözü verdiği zaman kar makinelerinden fışkıran sahte beyaz soğuk tanecikleri gördüklerinde ‘Bu muymuş?’ diye hayal kırıklığına uğrayan bu dünyanın en ucundaki kıtanın halkına içten bir sevecenlik duyarak ayrıldık oradan. Çünkü ‘Hafta sonu Ankara’ya gittim geldim’ dediğim zaman, ‘Kızım Cumhurbaşkanını da gördün mü bari?’ diye soran bir milletin evlatlarıyız biz.
‘Evet amca, Ankara’da da bir Cumhurbaşkanı yaşıyor zaten, bir Melih Gökçek, bir de ben!’ diyemedim tabii ki amcaya. ‘Görürsem senin adına selam söylerim’ dedim ne diyeyim.
Derken, İstanbul’un büyülü gerçekliğine saldık yelkenlerimizi. İstiklal Caddesi her telden, her dilden müzikleri ve din-dil-ırk ayrımı gözetmeyen yerli-yabancı turist kalabalığının içine çekti bizi. Aynı anda o kadar çok insanın aynı yerde aynı havayı soluyor olması bile soğuk Avrupalılar için büyülü bir gerçeklikken, İpek ve benim için “kırk yılda bir” İstanbul’un bitmez tükenmez enerjisinin içinde yüzüyor olmak gerçek bir büyünün ta kendisiydi.
Tuğba Turan
08.02.2024