*Bu yazı 30 Ekim 2011 tarihinde Tuğba Turan tarafından yazılmıştır.
Kütüphanedeki eski dergilerden birinin kapağı gözüme çarpıyor: •Elif Şafak •Hasan Bülent Kahraman •Atilla Dorsay. Milliyet Sanat dergisi 2002 Temmuz sayısı. Kapakta Sezen Aksu’nun kış bakışlı bir resmi ve resmin üzerinde ‘Müziğin Şefkatli Büyücüsü’ diyor kendisi için.
Elif Şafak’ın bu dergideki yazısının başlığı ‘Yazının Düşmanı Yaz’. ‘İbresi daha sonraya ayarlanmış köstekli bir saat tutar tatil zamanının nabzını’ diyor ve ‘Daha sonra’ya ertelene ertelene doğallığını kaybetmiş, dondurulmuş gıdalardır tatil zamanları. Ne edebiyat çıkar oradan ne hayat’ diyerek bitiriyor.
Dergideki Sezen’le ilgili ikinci yazının sahibi Filiz Aygündüz ise ‘Kendine Sezen Aksu’dan çeyiz yapanlar evde kalacaklar kesin. Erkekler çokbilmiş kadınları sevmiyor malum’ diyor.
Bir Elif Şafak yazısına neden Sezen Aksu ile başlanır? Çünkü biz kadınlar birbirimizi yok ayakkabısı benden güzel, yok dekoltesi çok yakışmış diye kıskanmayız her zaman. Ne güzel yazmış, ne güzel söylemiş diye de kıskanırız. Sezen ve Elif severek kıskandığımız kadınların başında geliyorlar.
En yakın arkadaşım İpek’le ben, Elif Şafak’ı ‘Yahu hem akıllı hem güzel, yok mu bu kadının bir kusuru?’ diyerek sevmeye başladığımız zamanlarda sigara içtiğini öğrenip, hele şükür diyerek rahatlamıştık!
Altın günü yerine yaptığımız kitap gününde bana Pinhan’ı hediye etmeleriyle başlayan Elif maceramız ardı ardına çıkan tüm kitaplarını koşarak alarak ve soluksuz okuyarak devam etti.
“8 Haziran 2004 saat 00:16 (Mahrem sayfa 3, kendi el yazınla yazdığım not)
Merhaba Elif! Tekrar hoş geldin evimize. Külliyat olarak tamamlandın artık. ‘The’ oldun benim için ve diğer ‘the’larımdan daha yakın, daha yaşıt, daha elle tutulabilir, gözle görülebilirsin. Tuğba”
‘Araf’ çıkageliyor birdenbire. Göçmenlik, yabancılık, kendini ne oralı ne buralı, iki aralı bir dereli hissetmenin hikâyesi. Üstelik yine kendi göçmenliğinden dolayı ana dili gibi hâkim olduğu İngilizce dilinde kaleme alınmış bir roman! ‘Hadi canım’ dediğimizi hatırlıyorum İpek’le, hem de o ODTÜ İngilizce öğretmenliği mezunu olmasına rağmen.
Roman sıralamasından gidersek peşinden ‘Baba ve Piç’e ne oldu da ben okuyamadım onu hatırlamıyorum. Devamında ise Aşk(bende pembe kapaklısı var) ve şimdi de İskender.
Çeyizimizdeki Sezen Aksu şarkılarının yanına Aşk’ın hem pembe hem füme rengini koyduğumuz zaman iş biraz çetrefilleşti. Çünkü biz çeyizimize renk katmak isterken güzelliği kadar samimiyeti de örnek olsun istedik koyduğumuz şeylerin. Evet, Sezen’in bütün şarkıları güzel olmayabilirdi ama samimiyetinden yıllardır bir şey kaybetmedi. 2002 çıkışlı ‘Şarkı Söylemek Lazım’ albümünü dinlerken Elif’in İskender’ini okuyorum. Biri yıllanmış şarap gibi bir lezzet bırakıyor ağzımda, çektiği kederden dolayı İstanbul’a tekrar tekrar acıyorum. İskender ise alkolsüz bira gibi, artık tutmadığım bir takımın şikeli maçını izlerken bitse de gitsek diye masamda tıngırdatıyorum.
Carrefour’dan içeri giriyoruz. Girişin hemen yanındaki kitap ve CD standında boy boy sevimsiz bir erkek tiplemesi kılığında Elif’ler karşılıyor bizi. Oğlum atılıyor hemen: “Anne bak senin okuduğun kitaptan!” Ben, market poşetlerinde satılan kitapları okuduğumu duyan var mı diye sağı solu kolaçan edip oğluma cevap veriyorum: “Maalesef…”
“31 Mayıs 2004 (Şehrin Aynaları sayfa 278, kendi el yazımla yazdığım not)
Hikâyenin sonu. Kafamdaki tufanın başlangıcı. Ne anlatıyor, neden anlatıyor diyorum bazen, sonuca bağlayacak mı yani net bir sonuca? Nasıl da gidip gidip bulabiliyor lafın başı sonunu, inanmıyorum ben sana! Nasıl bir kurgu, nasıl bir hayal gücü? Çünkü sonunu bağlamayınca hikâyeleri niye anlatıyorsun hissine kapılmadan edemiyorum. Tuğba”
İnci Gibi Dişler? Bir şey hatırlattı mı size? Günümüz teknolojisinde Meydan Larus’un yerini kat kat geçen Google’da ufak bir araştırma yaptığınızda Elif’in adı Zadie Smith’in bu kitabıyla beraber “intihal” iddialarıyla birlikte anılıyor. Ne kadar üzücü! Hele benim için! Dediler ki çok benzermiş, iş başa düştü ikisini de okudum.
Benzemiyor değil benziyor evet. İkisi de çoğunlukla Londra’da geçiyor, ara ara diğer memleketlere gidip geliyoruz. Ortada ikizler var iki kitapta da ama her polisiye romanda katil var diye hepsi Suç ve Ceza’dan alıntı olamaz değil mi? Ama oldukça benzeyen bir pencereden gelen giden ayakkabıları seyretme meselesi var. O da yazarın yardımcılarının benzerliği düşünmeden önerdiği bir ayrıntıdır muhtemelen. Yoksa kimse başka bir romanda benzer kelimelerle aynı şeyin anlatıldığını bile bile böyle güzel bir kurguyu çöpe atmak istemez.
İnci Gibi Dişler’i okurken sanki çeviri değilmiş gibi okudum. Aslında biliyorsunuz ki yazar romanı yabancı bir dilde, hatta o dile bile yabancı iken, bu yabancı dilin ülkesinde geçen olayları kafasına taktığı için yazmış. Sıcak ülkelerden gelmiş insanların İngilizlerin kendileri gibi soğuk ve kasvetli adalarına sığınmakta çektikleri zorlukları okurken, bir girdap gibi döne döne bütün insanları aynı noktada birleştiren kurgu sonunda sizi de derinliklerine çekmeyi başarıyor.
İskender’i okurken ise birisi sürekli kitabın çeviri olduğu gerçeğini kulağıma fısıldıyor, hatta bu gerçekle kulaklarımı tırmalıyordu. Bir ara gerçekten çileden çıkıp romanın İngilizcesini bulmak için internette sağa sola baktım. Bir de ne göreyim! Roman İngilizce yazılmış ama henüz bu dilde basılmamış!? Nasıl yani ve neden? Kitabı Türkçeye Omca A. Korugan’la beraber çeviren kişi de yazarın ta kendisi değil miymiş?
Araf, arafta kalmışlıkla ilgili bir kitaptı, Amerika’da geçiyordu ve İngilizce düşündüm demişti o zamanlar Elif o kitabı için. Ama İskender neden İngilizce yazıldı? Neden ‘kaderine vardı’ veya ‘devasa hata (huge mistake)’ gibi İngilizcedeki hali Türkçede güzel durmayan cümlelere yer verildi? Neden okuldaki çocuklar birbirlerine bizim gençliğimizin hitabet şekillerinden biri olan ‘abi’ kelimesini kullanarak sesleniyorlar? Memur Andrew’un Esma’nın hapishanedeki ağabeyine gayet içten yazılmış kısa mektubunu bir çırpıda okuyuvermesi Esma’nın notu İngilizce yazdığı anlamına mı geliyor? Yabancı bir ülkede, hapishanedeki ağabeyine, kin ve nefret kusarken, notu o yabancı olduğu dilde? Hiç inandırıcı değil.
Madem İngiliz dilinde de yer bulsun, oralarda da okunsun istiyorsun, iki dile de ana dilin gibi hâkimsin, keşke önce Türkçesini sonra da İngilizcesini yazsaydın da biz okurların, bu çeviri miydi değil miydi, nece yazılmıştı da neceye kiminle çevrilmişti bulmacasından uzak olarak okusaydık yazdıklarını… Keşke bazı bölümlerde eski bir sevgili kadar uzak, bazı bölümlerde ise anamın ak ekmeği kadar mis kokulu gelmese satırların…
Seni okumaya elifbanın ilk harfi gibi başlamışken, günün ilk ışıkları gibi aydınlanmışken satırlarınla yüreğimiz, bize bunu yapmaya hakkın yok. İpek’le bana hiç yok.
Şair Osman Günay, Safranbolu’da bana, ‘Bırakın eleştirmeyi siz kendi yazacaklarınıza bakın’ dediği zaman, kendisine itiraz etmeme ve bunları yazmama sebep olan duyguyu tekrar ediyorum: Elif Şafak gibi Sezen Aksu gibi hayatımızda “the” olmuş insanların kötü işler çıkarmak belki ama samimiyetsiz işler yapmaya hakkı yoktur!
Sevdam ya karadır ya pembe
Aşk’ının rengini değiştirdin mi bir kere
Okurun gözündeki ‘the’nın peşine
Eklenebilir üç harflik bir SON kelime:
THE END.