Kapadokya’nın “güzel at yetiştirilen ülke, güzel atlar ülkesi” anlamına gelen ismi, Asurlulardan miras kalmış. Asurluların “Katpatuta” adını verdiği bölge Persler döneminden bugünlere “Kapadokya” olarak gelmiş.
Kapadokya denilince geniş bir alan içerisinde Ihlara Vadisi, Göreme Açık Hava Müzesi, Ürgüp, Paşabağ, Güvercinlik Vadisi, Derinkuyu Yeraltı Şehri, Devrant Vadisi, Üç Güzeller, Uçhisar, Kızılçukur Vadisi, Avanos, Kızılırmak, Kaymaklı akla gelir. Masal diyarında geziyormuşsunuz gibi hissedersiniz. Yeraltı şehirleri, Kızılırmak bereketiyle uçsuz bucaksız vadiler ve peri bacaları…
Kapadokya bölgesi, 60 milyon yıl önce Erciyes, Hasan ve Güllü Dağlarının püskürttüğü lav ve küllerden oluşan yumuşak tabakaların yağmur ve rüzgarla aşındırılmasıyla bugünlere gelmiş. Nevşehir, Niğde, Kayseri, Kırşehir illerinin kapladığı eşsiz bir yüz ölçümüne sahip bölgede; Hattiler, Hititler, Frigler, Asurlar, Persler, Helenler, Romalılar, Selçuklular ve Osmanlılar egemen olmuş. Bu uygarlıkların izleri; Yunanlı Gezgin Strabon’un yazdığı Coğrafya (Geographika) kitabında, kuzeyde Çorum, güneyde Toroslar, Doğu’da Sivas, Batı’da Afyon illeri ile sınırlanır. Antik dünyayı ansiklopedi kıvamında bizlere aktaran Amasyalı Strabon, “Kapadokya çeşitli kısımları olan bir ülkedir ve birçok değişikliğe maruz kalmıştır” diyerek, bölgenin göç aldığı, önemli ticaret yolları üzerinde kurulduğu şehirleri ve güçlü krallıkların bölge hâkimiyetini aktarır niteliktedir. Antik çağ, Bağımsız Kapadokya Krallığı’nın havasını ise hala soluyabilirsiniz. Kutsal alanlarda rahipler, köleler ve askerler; sosyal ve politik anlamda surlarla çevrili yerleşimler, sınıf bilinci ve krallıktan cumhuriyete uzanan medeniyetlerin izleri. Kapadokya’dan kısa kısa notlarla devam etmeliyim, zira konu tarih, sanat, estetik ve coğrafya olunca yazacağım o kadar çok şey var ki… Çünkü üniversitede ev arkadaşım bir Ürgüp’lüydü. Sevgili Emel Güzelgöz Vural’ın talimatıyla gezi rotamız yıllar öncesinden belirlenmişti.
Ürgüp Kral Hotel’de konakladığımız birkaç gün rüya gibi başladı. Sude Doğan Hanım bizi evimizde gibi hissettirmişti. Kahvaltısı, otelin çarşıya yakın konumu ve bahçesi harikaydı. Aslında buraya gelirken Tuz Gölü tesislerinde mola verdiğimiz için gerekli tüm pozitif enerjiyi yüklenerek ilk adımımızı planlı atmıştık. Aynalı kilise çok özgündü ve ikiz mimarisi sebebiyle bu ismi almıştı. Ürgüp girişinde bizi üç güzeller karşıladı. Üç peribacası o kadar estetikti ki, biri kaplumbağaya benziyordu. Orhun Kitabelerini sırtında taşıyan kaplumbağa anıtı aklıma geldi. Kapadokya’yı araştırırken, Fransız din insanı ve gezgin Peder Guillaume de Jerphanion’ın ruhuna bir Fatiha okudum. 1907 yılında kayalara oyulan kiliseler ve manastırlar içerisinde duvar resimlerini ve gizemli Kapadokya’yı dünyaya duyurduğu ve koruma altına alınan bu coğrafyanın ilk meşalesini yaktığı için, bu doğal ve yapay güzelliklerin iç içe geçmişliğini hayranlıkla yeniden keşfetmesine adeta ben de eşlik ediyordum. Saraya gönderilen mektuplarda, bölgeyi 2 binden fazla piramitle ermişlerin evi olarak yazmış. Bazılarını dini motiflerle süsleyerek Meryem ve Bebek İsa gibi görünen peribacalarını dini benzetmelerle taçlandırarak aktarmış. Biz de kaplumbağa gibi gördük. İçimizdeki Türklük her zaman bizimle. Zaman geçmiş, Kapadokya’da çoğu duvar resimleriyle süslü 600’den fazla kaya kilisesi ve manastır olduğu, bu kiliselerin en büyüğü olan Tokalı Kilise’nin duvarlarına 12 azizin, Meryem’in hamileliğinin, son yemekte İsa’ya ihanet eden Yahuda’nın resimleri işlenmiş. İsa’ya ihaneti bir küçük öpücük olmadan hemen önce yedikleri son akşam yemeğinde, dedim ki insanoğlu hala aynı, hiç mi değişen bir şey olmaz. Hala dünyevi değerler ön planda, insanlar gizli saklı değil göz göre göre kötülük yapıyor birbirlerine diye mırıldandım içimden… Savaşlar devam ediyor.
Kiliselerin en küçüğü Elmalı’ya ise İsa’nın çarmıha gerilişi resmedilmiş. Karanlık, Çarıklı, Yılanlı, Saklı, Aziz Thedor, Sümbüllü, Elmalı, Azize Barbara kiliselerinin duvarları İncil’den sahnelerle bezenmiş, duvar resimciliğinin ince işçiliği ile tarihe tanık olduklarını görüyorum. Göreme Açık Hava Müzesi’nde Kiliseler, doğrudan doğruya kaya yüzeyi düzeltilerek üzerine yapılan boyama veya kaya üzerine yapılan secco (tempera) tekniği ile iki türlü boyanmış. Manastır olarak kullanılan mağaralar içerisinde fotoğraf çekmek, rehberlerin bilgi vermesi yani bu alanı anlatması yasaklanmış. Çoğu figürlerin gözleri, yüzleri tahrip edilmiş. Bazılarına erişememişler. Müze’nin girişinde çarşısı bulunuyor. Orada dinlenmek için güzel bir kafede oturduk. Burada da tuvaletler ücretli, tuz gölündeki gibi… Ürgüp Temenni tepesindeki adaklar, kurban edilmeler çağrışım yaptı. Çağlar arası yolculuğa çıkmışsınız gibi.. Selçuklu Türbesi’nden bir anda kiliseye, oradan da periler diyarına gelmişsiniz.. Ürgüp’ün çarşısı çok renkliydi. Çarşıya inerken sağda hemen Eda’nın hediyelik eşya dükkânını görmelisiniz.
Uçhisar, bu hisar mağara evlere çıkmak için daha görünür görünmez devasa bir görkem sunuyor. Tam da bu bilgi kıvamındayken, bir sergi bizi karşılıyor. Halil Altındere’nin 3D animasyon ile Star Wars (Yıldız Savaşları)’ı Kapadokya’nın zirvesine uyarladığını görmek, benim için çifte büyülenme sebebi oldu. Evet, Çağdaş Sanatçı Altındere Kapadokya’da gökyüzünü bir başka değiştirmişti. Uçhisar’da çalışanlar gönüllü rehber olduklarını söyleyerek, mağara mekânlar hakkında o kadar açıklayıcı bilgiler verdiler ki, biz çok şaşırmıştık. Kapadokya’nın her bir turizm noktasında farklı bir ağırlanma ortamı oluşmuştu. Burayı çok samimi bulduğumu söyleyebilirim. Ancak öyle bir yer var ki Avanos’ta Kızılırmak kıvrımlarının kenarında ortaçağ çanak çömleklerini bizzat deneyimlediğimiz “sır küpü”nde konuk olduğumuz saatlerdi. Kendi imalatı ürünleri anlatan dededen toruna 6’ncı kuşak olduklarını belirten Çöl Ailesi, kendi sanat eserlerimizi ücretsiz oluşturmamıza imkân sağladı.
Hasan Çöl, torunu Hasan’a bırakmış atölyeyi, biraz sohbet ettik. Ahmet Yorgun ve Çöl Ailesi, bizi çok güzel ağırladılar. Her galerisi birbirinden güzel seramiklerle dolu atölyede; özellikle fosforla sırlanmış seramiklerden oluşturulan galerisinin karanlıktaki parıltısı bizi bizden almıştı. Karanlıkta ışık saçan tablo ve tabaklar, Cumhuriyet kenti Avanos’tan çıkmış, Hititlerden Osmanlı’ya koskoca imparatorluklara göz kırpıyor ve gözümüzü kamaştırıyordu. Ben bir ürünümün eksik paketlendiğini sonradan öğrendiğimde çok üzülsem de artık birçok seramik eşyaya sahiptim ve Çöl Ailesi ile tanıştığım için çok sevinmiştim. Dede Hasan Çöl, 80 yaşındaydı ve 65 yıl seramik ile uğraşmış, seramik ustasıydı. Torunu da şimdi bizlere seramik tezgâhında çanak çömlek yapmayı öğretiyordu. Bir yandan çamur biçimleniyor, diğer yandan Orta Asya’dan Anadolu’ya göçmüş Türklere ait motifleri ve o motifleri çizen kadınlara bakıyordum.. Modern bir çömlekçi çarkında seramik yaparken, ilkçağı düşlüyordum. Atölyede çalışan kadınlar, ellerinde uçuş uçuş hareketlerle rapido kalemlerinin ucunu bile görmeden, Hitit sembollerini Hititlerden daha çok yaptıklarını biliyordu. Onlara Selçuklu Dönemi Sırsız Seramiklerini anlattım. Beni ellerindeki işlerini bırakarak dinlemeleri inanılmaz duygulandırdı. Sallanan asma köprüsünü geçtikten sonra dakikalarca gondol keyfi yaptık. Artık acıkmıştık. Biz beş gezgin (Emine, Banu, Gülsüm, Sibel ve Esra) kadın olarak Kapadokya’nın en leziz yemeklerini Avanos Ocakbaşı Urfa Sofrası’nda yedik. Testi kebabını mutlaka burada yemelisiniz. Abdullah Efe Yerlikaya’nın görsel bir şölenle sunduğu kebabın, kırık testisini de hatıra olarak aldık. Nasıl bir seramik tutkusuna kapıldık ise ertesi gün yanık kokusundan rahatsız olsak da anı biriktirmek harikaydı. Kapadokya’da birçok tatil beldesinde hediyelik eşyalar birbirinin aynı ve tek etiket fiyatı üzerinden satışa sunulmuş gibiydi. Ya da fiyatları birbirine çok yakındı ve hiç indirim olayı yoktu. Zaten turist dolaşımı çoktu. Sadece fazla ürün aldığınızda esnaflardan size çeşitli hediyeler oluyordu. Bu da çok güzeldi.
Balonlar için Göreme’de Âşıklar Tepesi, tam bir seyirlik alanı ayağınıza seriyordu. Güneş doğmadan yetişeceğiniz balon turları, yerli turistler için daha uygun hale gelebiliyor. Aslında kiliselerin girişinde de yerli turistlere daha çok yardımcı olunuyor. Genel olarak dolar kullanılması, yerli turist sayısı az olduğu için bizi pek şaşırtmadı. Peri bacalarının belki binlercesi kaderine terk edilmiş gibiydi. Balon tur alanından sonra birine yakından bakmak istedik. İçinde nahoş kokular yükseldiği için hemen ayrılmak zorunda kaldık. Çocuklarınızı tuvalete götürün diye bağırmak istedik! (Burada çocukların günahı yok) Her yeri batırmak zorunda mıyız.. İnsan olmak ne kadar da acı veriyor bazen…
Yerel mimarisi, sanatı, peri bacaları ve tarihiyle Kapadokya’yı kucakladık. Çok zengindi, çok kıymetliydi. Kaymaklı yer altı şehrinin sadece bir kısmı geziye açılmıştı. Sekiz kat iniyorsunuz, ambarı var, kilisesi var. Orada Çinli turistlerle birlikte gezdik. Dar koridorlar geniş alanlara açılıyordu. Bizim değirmen taşına benzer büyük yuvarlak bir taşı kapı olarak kullanmışlardı. Taşın yontu izleri hala üzerindeydi. Nasılda keskin bir alet kullanmışlardı ve ardından nasıl bu kadar kaliteli bir iş çıkarmışlardı. Bir şehir inşa ediyorsunuz, yıllar sürmüş olmalıydı. Şehrin üzerinden daha geniş bir alana sahip, yerin altına çok katlı yerleşim alanları oluşturulmuştu. Kaymaklı’da bugünlerde yeni yerleşim yerleri imara açıldıkça; yer altı şehrinin bazı kısımları zamanla çökmeye ve yok olmaya başladığını öğrendik. Rehberlerine “kükürt kokusu alıyor musunuz” diye sorduk. Bize, “bu kokuyu herkes alamıyor, ne mutlu size” dedi. Bizim de Safranbolu’da Mencilis Mağaramız var dedik. Gözümüzü bir kapattık ve açtık ki ne görelim… Bir dünya miras kentinden bir diğerine çoktan gelmişiz. Ihlara Vadisi’ne Safranbolu’daki cam terasın bir benzeri açılır açılmaz, Çeşmeli Konak’ta Safranbolu manzarasının tadını çıkarıyor, bir yandan da Sanatçı Halil Altındere’nin burada eşsiz bir sergi daha açtığını hayal ediyorduk…
Kim bilir..