Tuğba Turan Yazdı...İLTİBAS..!

Sana geldim. Önceden haber vermedim ama sen her kim olsa buyur edersin bilirim.

Beni karşıladın. Uzun boyun, mevzun fiziğine yakışmış pantolonunun cebinde belli olmasın diye her zaman cüzdansız taşıdığın paradan taksiciye uzatırken, ayağını taksiden atınca sportif ama şık ve her zaman pırıl pırıl siyah ayakkabın yere sağlamca bastığında, marka olabilen ama hiçbir zaman ben buradayım diye bağırmayan saatine bakarak, geniş omuzlarına oturmuş ne renk olursa olsun sana yakışan deri ceketinin cebinden cep telefonunu çıkararak beni aramaya yeltendiğin zaman kaldırımın kenarından gülümseyerek sana baktım. O sırada kafanı kaldırıp dönünce boynundaki iki altın köprüden biri ışıldadı. Beni gördün. Ne hızlı ne yavaş ayakkabılarının şeklini sağa sola kaydırmadan yere basan emin adımlarla bana geldin.

Yine öksürerek selamladın beni. Öksürürken göğsünden gelen o bronşit hırıltısını duyabileceğim mesafedeydin. Boynuna sarıldım. Üşümüşsün dedim. Evet dedin yeni duş aldım. Böyle son dakika şaşırtmacası yapıyorsun bana hep. Ama yine de yetiştim bak. Arabanı nereye koydun?

Bayılıyordum ona. Arabama yer bulmasına. Bana yer bulmasına. Bende yer bulmasına.

Sokaktaki Çingenlerle, fahişelerle, sahildeki balıkçılarla, barlardaki ibnelerle olan muhabbetine. Herkese diyecek bir sözü, herkesten alacak bir feyzi ve herkesin ondan alacak bir kaç kuruşu vardı. Önüne çıkan herkesle istisnasız muhabbete giriyor, bazen taksicinin muhabbetine doyum olmadı diye ineceği yerde inmeyip yolunu uzattığı bile oluyordu. Ben ise o bronşitli öksürüğü ile gülerek muhabbet ederken insanlarla onu izliyor, her seferinde daha çok aşık olmamak için kendimi tutuyor, ama işte bulabildiğim her fırsatta kendimi onun yollarına atabilmek için onca yol almış olarak yine yanında ve kokusunun yörüngesinde buluyordum kendimi.

Gece oldu. Kalabalık kendini bir o yana bir bu yana savurmaya başladı. Ve ben huzursuz bir bekleyişle kendimi onun karanlığına sığındırmaya çalışarak ama ne içeri ne dışarı bir halde kalarak beklemeye başladım. Geceyi. Bundan daha az acıklı olmayacaktı biliyorum. Ama bunu görmem lazımdı.

Gece oldu. Kalabalık tam islimini almış bir lokomotif gibi bildiği ve bilmediği yönlere ilerliyor, geriliyor, çalkalanıyordu. Köşede durmuş birini bekleyen aşırı dekolte bluzlu kız, kızıl saçlarını topuz yapmış Queen Elizabeth edasıyla süzülen hatun, mini eteğini savurarak ilerlerken arkasında bir o yana bir bu yanan sallanan kafalar ordusundan memnun görünen kadın, metalci saçlı oğlanlar, kol kola gezen geyler, kenarda öpüşen turistler, sevişmeye hazır orospular ve onların etrafında dolanan askeri liseden çıkma erkekler gibi daha niceleri vardı etrafta.

Ama gece kalabalık savrulurken bildiği ve bilmediği yönlere benim savrulabileceğim tek yönüm vardı. Onun gelemeyeceği bir yön. Ben merdivenleri çıkarken peşimden geldi. Saat arabamın kabak olma saatine iki dakika kala uyumamı seyretti. Ama ben gözlerim kapalı uykudaymışım gibi yaparken.

Odadan.

Çıktı.

Gitti.

Uyandım. Senden ayrılmak hiç bu kadar zor hiç bu kadar acıklı olmamıştı. Gelirken keyifle ve hazla kullandığım arabanın koltuğuna bu kez adeta büzüşüp seni tekrar görebileceğim anı hayal ederek ayrıldım senden.

Ben bir daha arkama bakmayacak kadar, sen arkamdan seslenmeyecek kadar gururlu, ikimiz de bu ayrılıştan bir o kadar üzgün; boynunda ışıldayan o altın köprülerin birinden basıp uzaklaştım senden.

En yakın karayolunda senin isminin ters yönde yazdığı tabelaların olduğu bir yerdeydim artık.

Sana yine

gelmek

üzere

kaçtım

senden

aşık

olduğum

şehir.

İstanbul.

Tuğba Turan - 22/03/2011