DOĞMAMIŞ ŞAİRE MEKTUP

– Bir şaire nereden başlanır ki?

– Buyrun benim!?

– Ah siz burada mıydınız?

– E çağırdın geldim.

– Biliyorum. İnternetten. Ama Vikipedi’de ‘9 Ocak 1990’da İstanbul’da öldü’ diyor sizin için.

– Dostlar alışverişte görsün de Vikipedi ne ola ki?

– Nasıl anlatayım. Bilgisayar ortamındaki ansiklopedi.

– Boş ver ansiklopedileri. Onlar ne bilir ne zaman Süheyla’ya vurulduğumuzu? Melahat’i alıp Alemdar’a gittiğimizi? Kafaları çekip çekip soluğu Galata’da aldığımızı?

– Neden Orhan Veli’den örnek verdiniz ki? Bir sürü güzel şiiriniz var.

– Çünkü sen Orhan’ı seviyorsun… Hem hangi şiirimi okudun ki?

– Ne yalan söyleyeyim, belki bir antolojide bir kaçını okumuşumdur ama hatırlayamıyorum şimdi.

– Ah şu lanet antolojiler! Bir adamın üç tane şiirini alınca şairin atardamarını aldık diye atar tutar bu kitap müsveddeleri!

– Dayım da sevmezdi antolojileri. Yine de Memed Fuad’ınkini almıştı bana.

– Dayın Orhan Bey beni tanırdı bak.

– Siz de tanıyor muydunuz dayımı?

– Tanımayan kalacak mı? Neydi? …kalın siyah çerçeveli ve şişe dibi gibi gözlükl_

– Şşşş… Bu bir sır… Gizli kalması lazım…Hah sır deyince hatırladım. ‘…dörtnala sevişmek lazım’ ve ‘…sonrası iyilik güzellik’. Bunları okumuştum. Ama o zamanlar ‘ş’ harfini iki kişi için kullanan bu işteş fiiller beni utandırıyordu sanırım. Dikkatimi çekmemiş.

– E tabii o çağlarda sen anca bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi falan filan işlerin peşindeydin.

– Yok vallahi değildim. Nazım’a da mahcubum aslında… Ama siz onu sevmiyor musunuz?

– (gülerek) Şair şairi sever de çekemez. Neden benden önce yazmış bunları diye! Velhasıl Dayınla ‘bir parka ekmek siyah on kuruşluk kına kırmızı’da çok buluşup ağlamışızdır. Kadınlardan yana şansı pek yoktu.

– Hiç bahsetmedi bana.

– (gülerek) Hangisinden, kadınlardan mı benden mi?

– (utanarak) Sizden tabii ki…

– Bir şaire nereden başlanır ki?

– (gülümseyerek) Yani diyebilirdi. Al sen de oku diye. Ne bileyim. Bir kitabını falan hediye ederdi.

– Sana İncil’i hediye etseydi Hıristiyan mı olurdun?

– Yooo…

– O zaman bir şairle de tanıştırılamaz insan, ona toslar. Ama şairi sevmen için bir şiirine kafanı değil kalbini çarpman gerekir. (gülerek) Yoksa çok İncil attılar misyonerler bizim milletin kafasına.

– Adressiz yaşamışsınız çoğunlukla. Bir sürü ev değiştirerek. Artık adresiniz belli internette. Dabulyu dabulyu dabulyu şiirin o’su bu’su şu’su nokta kom. Yoksa nereden bulabilirdim ki sizi?

– Yanlış. Ne demiş Asaf; ‘Sen bana bakma ben senin baktığın yönde olurum’. Marquez’i aradın mı mesela?

– Yooo… Samsun’da Büyük Dayımın evinde kitaplıkta duruyordu.

– Orhan Veli’yi nereden duydun?

– Ortaokul hazırlık sınıfındayken Müşfik Kenter’e götürmüştü dayım.

– Beni nereden buldun?

– İnternetten dedim ya…

– O ne yahu? Dolamışsın diline!

– Nasıl anlatayım…Tüm bilgisayarl_

– Boşver. Beni Ölü Ozanlar Derneği’nden aradılar. Bu randevuyu ayarladılar. Dalgacı Mahmut’la yuvarlağa köşeler çizmekle ve ‘3 milyar insan iş olsun diye geldi yeryüzüne’ dizesinin ‘update’ edilmesi gerektiğini tartışmakla meşguldüm.

– Hep benim bildiğim şiirler… Peki siz ‘update’ etmeyi nereden duydunuz?

– Ben duymadım. Sen duydun. Ben senden sebep buradayım.

– Aslında Sezen’den sebep…

– O da kim?

– Sezen Aksu.

– Ha şu İzmirli kız.

– Yeni şarkısı… şehvetin tam da Sezen’ce bir huşusu… ilk dinleyince nasıl huzurlu ve iç çekişli bir itiraf dedim şarkı sözü için… Cahilliğimi bağışlayın ama ilk olarak albüm kartonetinde okudum. O şehvet size aitmiş: ‘… kasığından öptüm seni…’

– Popüler kültür bazen keşfedilmedik bir hazineye açılan kapılar sunar bize. Hele de Sezen gibi deli bir karının elinde, iyi işlenmiş telkâri gibi parlar şairin küf kokan dizeleri. Cahilsin evet ama öğrenmeye meyillisin en azından. Ayrıca büyüyorsun da…

– Nasıl yani?

– İçinden ‘ş’ehvet geçen huşu içindeki ‘iç çekişli’ kelimelerle sorunun yok artık.

– (kızarır) ……….!

– Sahi yaşlandı mı o yelloz Sezen? En son 1989’da görmüştüm. Sanmam ama, o zilli yaşlanmaz hayatta!

– …on yedi yaşındaymışım…

– Öldüğümde mi?

– Evet… Keşke tanısaydım sizi… ne bileyim… gelirdim belki İstanbul’a…

– (kahkahayla) Cenazeme mi? Ölmeden önce bile gelseydin, ki, hastaneye Cemalettin Seber diye yaptırmıştım kaydımı; bulamazdın. Lakin ölüm döşeğindeki altmış’lık bir hıyar, karşısında on yedi’lik bir baharı görünce ancak nasıl mutlu olur bilir misin?

– (merakla) Nasıl?

– (çınlayan kahkahalarla) Onu da yanında öte dünyaya götürerek?!

– (dehşetle karışık gülerek)……….??!?!

– Korkma kız. Alıp götürecek değilim seni!

– Korkmam. Artık on yedimde değilim.

– Bırak be yahu. Hem ne diyor senin şu Alemdar: ‘Bir şair 33’üne kadar intihar etmemişse ve devleti tarafından öldürülmemişse hayatta kalmasının da bir anlamı yoktur!’

– Öyle midir?…

– Hem şair okunan her şiirinden bir daha doğar. Ben sende doğmamıştım ki öleyim. Yeniden doğuşumun şerefine okursun artık şiirlerimi kartonetten de olsa.

– Demeyin n’olur…İnternette şiirleriniz alfabetik sıraya konmuştu… Kıyamadım, indiremedim öyle… Bi’ kitap olsaydı elimde…

– Bırak bu interbilmemneyi, şiir indirmeyi falan. Don mu lan bu indiresin?! Adam gibi bi’ kitap al eline oku.

– Aslında Hüseyin Alemdar bir şey daha demiş idi. Sizi aramaya başlamamın asıl sebebi_

– Eeee neymiş?

– Eğer hayatta olsaymışsınız bana mutlaka mektup yazarmışsınız! Küçük bir kasabadayım şu an… kitapçı bile yok… Belki diyorum ki şiirlerinizi bana yollarsınız…

– Ohoooo!… Bir kedin bile yok yani!

– (gülümseyerek) Aslında beş kedim var…

– (yeri göğü inleten kahkahalarla) O zaman söyle o Alemdar’a sana kitap yollasın benden. İstanbul’da değil miydi o? Her türlü gâvurluk vardır o şehirde. Bi’ benim kitabı mı bulamayacak!

– Bir şaire nereden başlanır ki?

– Buyrun benim!?

– Ah siz burada mıydınız?

– E çağırdın geldim.

– Biliyorum. İnternetten. Ama Vikipedi’de ‘9 Ocak 1990’da İstanbul’da öldü’ diyor sizin için.

– Dostlar alışverişte görsün de Vikipedi ne ola ki?

– Nasıl anlatayım. Bilgisayar ortamındaki ansiklopedi.

– Boş ver ansiklopedileri. Onlar ne bilir ne zaman Süheyla’ya vurulduğumuzu? Melahat’i alıp Alemdar’a gittiğimizi? Kafaları çekip çekip soluğu Galata’da aldığımızı?

– Neden Orhan Veli’den örnek verdiniz ki? Bir sürü güzel şiiriniz var.

– Çünkü sen Orhan’ı seviyorsun… Hem hangi şiirimi okudun ki?

– Ne yalan söyleyeyim, belki bir antolojide bir kaçını okumuşumdur ama hatırlayamıyorum şimdi.

– Ah şu lanet antolojiler! Bir adamın üç tane şiirini alınca şairin atardamarını aldık diye atar tutar bu kitap müsveddeleri!

– Dayım da sevmezdi antolojileri. Yine de Memed Fuad’ınkini almıştı bana.

– Dayın Orhan Bey beni tanırdı bak.

– Siz de tanıyor muydunuz dayımı?

– Tanımayan kalacak mı? Neydi? …kalın siyah çerçeveli ve şişe dibi gibi gözlükl_

– Şşşş… Bu bir sır… Gizli kalması lazım…Hah sır deyince hatırladım. ‘…dörtnala sevişmek lazım’ ve ‘…sonrası iyilik güzellik’. Bunları okumuştum. Ama o zamanlar ‘ş’ harfini iki kişi için kullanan bu işteş fiiller beni utandırıyordu sanırım. Dikkatimi çekmemiş.

– E tabii o çağlarda sen anca bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi falan filan işlerin peşindeydin.

– Yok vallahi değildim. Nazım’a da mahcubum aslında… Ama siz onu sevmiyor musunuz?

– (gülerek) Şair şairi sever de çekemez. Neden benden önce yazmış bunları diye! Velhasıl Dayınla ‘bir parka ekmek siyah on kuruşluk kına kırmızı’da çok buluşup ağlamışızdır. Kadınlardan yana şansı pek yoktu.

– Hiç bahsetmedi bana.

– (gülerek) Hangisinden, kadınlardan mı benden mi?

– (utanarak) Sizden tabii ki…

– Bir şaire nereden başlanır ki?

– (gülümseyerek) Yani diyebilirdi. Al sen de oku diye. Ne bileyim. Bir kitabını falan hediye ederdi.

– Sana İncil’i hediye etseydi Hıristiyan mı olurdun?

– Yooo…

– O zaman bir şairle de tanıştırılamaz insan, ona toslar. Ama şairi sevmen için bir şiirine kafanı değil kalbini çarpman gerekir. (gülerek) Yoksa çok İncil attılar misyonerler bizim milletin kafasına.

– Adressiz yaşamışsınız çoğunlukla. Bir sürü ev değiştirerek. Artık adresiniz belli internette. Dabulyu dabulyu dabulyu şiirin o’su bu’su şu’su nokta kom. Yoksa nereden bulabilirdim ki sizi?

– Yanlış. Ne demiş Asaf; ‘Sen bana bakma ben senin baktığın yönde olurum’. Marquez’i aradın mı mesela?

– Yooo… Samsun’da Büyük Dayımın evinde kitaplıkta duruyordu.

– Orhan Veli’yi nereden duydun?

– Ortaokul hazırlık sınıfındayken Müşfik Kenter’e götürmüştü dayım.

– Beni nereden buldun?

– İnternetten dedim ya…

– O ne yahu? Dolamışsın diline!

– Nasıl anlatayım…Tüm bilgisayarl_

– Boşver. Beni Ölü Ozanlar Derneği’nden aradılar. Bu randevuyu ayarladılar. Dalgacı Mahmut’la yuvarlağa köşeler çizmekle ve ‘3 milyar insan iş olsun diye geldi yeryüzüne’ dizesinin ‘update’ edilmesi gerektiğini tartışmakla meşguldüm.

– Hep benim bildiğim şiirler… Peki siz ‘update’ etmeyi nereden duydunuz?

– Ben duymadım. Sen duydun. Ben senden sebep buradayım.

– Aslında Sezen’den sebep…

– O da kim?

– Sezen Aksu.

– Ha şu İzmirli kız.

– Yeni şarkısı… şehvetin tam da Sezen’ce bir huşusu… ilk dinleyince nasıl huzurlu ve iç çekişli bir itiraf dedim şarkı sözü için… Cahilliğimi bağışlayın ama ilk olarak albüm kartonetinde okudum. O şehvet size aitmiş: ‘… kasığından öptüm seni…’

– Popüler kültür bazen keşfedilmedik bir hazineye açılan kapılar sunar bize. Hele de Sezen gibi deli bir karının elinde, iyi işlenmiş telkâri gibi parlar şairin küf kokan dizeleri. Cahilsin evet ama öğrenmeye meyillisin en azından. Ayrıca büyüyorsun da…

– Nasıl yani?

– İçinden ‘ş’ehvet geçen huşu içindeki ‘iç çekişli’ kelimelerle sorunun yok artık.

– (kızarır) ……….!

– Sahi yaşlandı mı o yelloz Sezen? En son 1989’da görmüştüm. Sanmam ama, o zilli yaşlanmaz hayatta!

– …on yedi yaşındaymışım…

– Öldüğümde mi?

– Evet… Keşke tanısaydım sizi… ne bileyim… gelirdim belki İstanbul’a…

– (kahkahayla) Cenazeme mi? Ölmeden önce bile gelseydin, ki, hastaneye Cemalettin Seber diye yaptırmıştım kaydımı; bulamazdın. Lakin ölüm döşeğindeki altmış’lık bir hıyar, karşısında on yedi’lik bir baharı görünce ancak nasıl mutlu olur bilir misin?

– (merakla) Nasıl?

– (çınlayan kahkahalarla) Onu da yanında öte dünyaya götürerek?!

– (dehşetle karışık gülerek)……….??!?!

– Korkma kız. Alıp götürecek değilim seni!

– Korkmam. Artık on yedimde değilim.

– Bırak be yahu. Hem ne diyor senin şu Alemdar: ‘Bir şair 33’üne kadar intihar etmemişse ve devleti tarafından öldürülmemişse hayatta kalmasının da bir anlamı yoktur!’

– Öyle midir?…

– Hem şair okunan her şiirinden bir daha doğar. Ben sende doğmamıştım ki öleyim. Yeniden doğuşumun şerefine okursun artık şiirlerimi kartonetten de olsa.

– Demeyin n’olur…İnternette şiirleriniz alfabetik sıraya konmuştu… Kıyamadım, indiremedim öyle… Bi’ kitap olsaydı elimde…

– Bırak bu interbilmemneyi, şiir indirmeyi falan. Don mu lan bu indiresin?! Adam gibi bi’ kitap al eline oku.

– Aslında Hüseyin Alemdar bir şey daha demiş idi. Sizi aramaya başlamamın asıl sebebi_

– Eeee neymiş?

– Eğer hayatta olsaymışsınız bana mutlaka mektup yazarmışsınız! Küçük bir kasabadayım şu an… kitapçı bile yok… Belki diyorum ki şiirlerinizi bana yollarsınız…

– Ohoooo!… Bir kedin bile yok yani!

– (gülümseyerek) Aslında beş kedim var…

– (yeri göğü inleten kahkahalarla) O zaman söyle o Alemdar’a sana kitap yollasın benden. İstanbul’da değil miydi o? Her türlü gâvurluk vardır o şehirde. Bi’ benim kitabı mı bulamayacak!